Caz müziği etkileşimden korkmaz / Jazz Music Does Not Fear Interaction

Date:
Nov 18, 2024
Place:
Esenler Belediyesi
Event:
Litros Sanat
Type:
Newspaper
Özgürlüğün müziği olarak görülüyor

Mustafa Avcı (Etnomüzikolog, Besteci): Caz, onu yaratan siyahi Amerikalı halk tarafından özgürlüğün müziği olarak görülüyor. Bu müziğin en büyüleyici yanı, kapsayıcılık kapasitesi; yani farklı gelenekleri kendi içinde nispeten daha demokratik bir şekilde işleyebilmesi, onlarla ortak bir dil yaratabilmesi ve elbette doğaçlamanın taşıdığı önem. Ülkemizde de bu tınılara ilgi gösterip ona kulak veren insanlar için bu müziğin benzer anlamlar taşıdığını düşünüyorum. Türkiye’de caz kelimesini bilmeyen pek olmasa da, bu müzikten keyif alan insan sayısının çok fazla olmadığını söyleyebiliriz. Bunun belli başlı sebepleri var: Öncelikle Türkiye, çok güçlü bir müzik kültürüne sahip ve dinleyiciler buralı melodilerle birlikte Türkçe şarkı sözlerine büyük önem veriyor. Cazın ağırlıklı olarak enstrümantal bir müzik olması ve caz standartları adı verilen caz klasiklerinin sözlerinin İngilizce olması, Türkçe dinlemeyi tercih eden genel dinleyici için bir handikap oluşturuyor. Buna rağmen Türkiye, caz müziğine her zaman yakın ilgi göstermiş ve cazın gelişiminde hiç de azımsanmayacak bir rol oynamıştır diyebiliriz. Özellikle 1950’li yıllarla birlikte önemli caz müzisyenleri yetiştirmiş, Anadolu müzik kültürüyle cazı harmanlayan çok önemli müzik projelerine ev sahipliği yapmıştır. Son 20-25 yılda ise caz icra eden çok daha geniş bir müzisyen kitlesi ortaya çıkmıştır. Hatta "jazz" kelimesini alıp Türkçeleştirerek “caz” yapmışız; bu bile onun önemi hakkında bize çok şey anlatıyor. Son olarak Türkçe sözlü ve buralı caz eserleri yaygınlaştıkça dinleyici kitlesinin daha da genişlediğini ve genişleyeceğini görüyoruz.
Kültürle ilgili çalışmalar yapan biri olarak, kültür hakkında genellemeler yapmanın yanıltıcı olabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Buna karşın yapmakta sakınca görmeyeceğim bir başka genelleme ise, hiçbir müziğin veya genel olarak hiçbir kültürel ürünün ortaya çıktığı dönemdeki gibi kalmayacağı, sürekli değişeceği olur. Caz da diğer tüm müzikler ve kültürel ürünler gibi, içinde doğduğu toplumsal koşulların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Cazı ortaya çıkaran bu koşullar değiştikçe caz da değişmiş ve bu karşılıklı değişim ve etkileşim süreci günümüze kadar devam etmiştir.
Her şeyden önce, cazı var eden koşulların başında Amerika’daki Afrika kökenli Amerikalıların kölelik deneyimi gelir. Afrika’da özgürlüklerini kaybedip Amerika’ya gemilerle getirildikleri andan itibaren, bu insanlar insanlıklarından, dillerinden, dinlerinden ve sahip oldukları tüm maddi varlıklardan koparıldılar ve en iyi ihtimalle bir 'alt-insan' olarak yeniden tanımlandılar. Bu insanların ellerinde sadece müzikleri ve dansları kaldı. Köle gemilerinde dans etmelerine ve şarkı söylemelerine, fiziksel formlarını korumaları için izin verildiğini biliyoruz. Aynı şekilde, plantasyonlarda da müzik yapmalarına üretimi artırdığı, daha uzun saatler ve zor koşullarda çalışmalarını sağladığı için izin veriliyordu. Düşününce ne kadar korkunç; zira müziği hep olumlu bir şey olarak düşünürüz. Burada müzik, köleleştirilmiş siyah halkın direncini artırdığı için elbette onlara çok önemli bir güç veriyor. Ancak kolonyalistler açısından bakarsak, müziğin insanlık dışı bir amaçla kullanıldığını görüyoruz. Bu durum, bana ineklere daha çok süt versinler diye müzik dinletilmesini anımsatıyor; hem inekler, hem insanlık, hem de müzik açısından içimi çok acıtan bir durum bu.
Müzik ayrıca birçok devlet tarafından işkence ve zulüm aracı olarak kullanılıyor; bu gibi kullanılmalara bakıldığında müziğin doğrudan bir kötülük aracı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Fakat, hem dünya hem de insanlık ve müzik için asıl tehlikeli olan, az önce bahsettiğim örnekte olduğu gibi müziğin ikircikli ve müphem kullanımlarıdır. Duygusal halı yıkamacı kardeşler bir videolarında, müziği bir tür 'güzel zulüm' olarak tarif etmişler. Müziğin karanlık tarafını çalışan bir akademisyen olarak duyduğum andan itibaren bu ifadenin üstüne düşünüyorum.Zalim köle sahipleri, yaşadıkları kötü hayata katlanabilmeleri için kölelere müzik yapma izni vererek aslında onlara zulüm etmektedirler. Buna karşın köleler açısından bakıldığında, müzik çok büyük ihtimalle, kölelerin hayatındaki yegane güzellikti. Dolayısıyla müziğin buradaki durumu, kelimenin tam anlamıyla bir ‘güzel zulüm’ olarak tanımlanabilir.
Cazın doğuşu efsanevi bir olaydır
Yine de, insanlık tarihinde örneğine rastlanmayacak kadar ağır ve uzun süreli bir zulme uğrayan bu halk, insanlığını bile kaybettiği kölelikten, Amerikan beyaz kültürünü bile dönüştürecek olan muazzam kültürel ürünlerle çıkmayı başarmıştır. Düşünsenize, hiçbir şeyiniz yok, bir tür 'alt-insan' hatta hayvan olarak görülüyorsunuz, alınıp satılıyorsunuz; yine de her şeye rağmen Amerika ve dünya sanatını dönüştürebilecek bir müzik sanatı yaratıyorsunuz. Blues ve cazın doğuşu, işte bu yüzden efsane bir olaydır. Caz, uzun yıllardır tüm dünyada klasik batı müziği gibi bir sanat müziği olarak kabul görüyor. Kendine has, çok gelişmiş bir armonik dili, formu, üslubu ve icra anlayışı var. Cazın bu noktaya sadece otuz yıl gibi kısa bir sürede gelmesi de ayrıca takdire şayan.
Caz müziği, 1890’lı yıllarda Amerika’da ortaya çıkmış ve 1920’lere gelindiğinde dünyanın belli başlı merkezlerinde caz grupları müzik icra etmeye başlamıştır. İstanbul'da da benzer bir şekilde 1920’lere doğru cazbantlar şehrin eğlence hayatında boy göstermeye başlamıştır. Fokstrot, çarliston, tango ve vals gibi salon danslarının oldukça popüler olduğu bu dönem, bir 'dans salgını' olarak anılır ve 1930'ların ortalarına kadar devam eder. Bu yıllarda sadece İstanbul’da yüzlerce dans salonu açılmış; cazbantlar ve çeşitli orkestralar dans müzikleri çalmıştır. Bu ilginin birkaç nedeni var. Öncelikle, cazın İstanbul’da yayılmaya başladığı yıllarda şehrin çok kültürlü (özellikle Avrupa’ya daha açık olan Rum, Ermeni, Yahudi ve Levanten topluluklar) yapısından bahsetmek gerek. Ayrıca mütareke yıllarında İstanbul’da bulunan işgal kuvvetlerinin etkisinden ve son olarak da Rusya’da yaşanan devrim sonrası İstanbul’a göç eden Beyaz Rusların etkisini göz ardı etmemek gerekir.
Bu dönemin ardından gelen cumhuriyet döneminde yerli cazcıların yetişmeye başladığını görüyoruz. Özellikle Türkiyeli gayrimüslim müzisyenlerin temellerini attığı yerli caz sahnesi, zamanla Türk müzisyenlerin de katılımıyla genişlemiştir. Bu müzisyenler arasında başta Gregor Kelekyan, Leon Avigdor, Gidon Kornfilt, olmak üzere Şadan Çaylıgil, Hırant Lusigyan, İsmet Sıral, Berç Kaya, Halis Akıncı, Cüneyt Sermet, Aleks Keleci, Fazıl Abrak, Arto Haçaturyan, Orhan Avşar, Yorgo Efstratyadis, Dikran Haçaturyan, Viktor Kohenka, Arif Mardin, Faruk Akel, Sevinç Tevs ve daha birçok müzisyen sayılabilir.
Yerel seslerle caz müzik harmanlandı
Osmanlı-Türk makam müziği geleneğinin bir başka etkisi ise özellikle Dave Brubeck sayesinde caz müziğine giren aksak ritimlerdir. Bu noktada akıllara gelen ilk şarkı, tüm zamanların en çok satan caz şarkısı olan 5 zamanlı 'Take Five' ve aynı plağın B yüzünde yer alan 9 zamanlı 'Blue Rondo à la Turk'tür. Türk müzisyenlerin caza katkılarından biri de Ahmet ve Nesuhi Ertegün ile Arif Mardin'in cazla olan ilişkisidir. Ertegünlerin katkısı, 1934-1944 yılları arasında babaları Münir Ertegün’ün Washington büyükelçiliği yaptığı dönemde başlamıştır. Cazla yakından ilgilenen Arif ve Nesuhi bu yıllarda ırk ayrımcılığının zirvede olduğu Washington’da caz müzisyenlerini büyükelçilikte ağırlamışlar, hatta karışık konserler düzenlemişler ve dolayısıyla bu müzisyenlerle önemli bir sosyal dayanışma sergilemişlerdir. Bu davetler, 2011 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi tarafından onurlandırılmıştır. Bu arada ilgilisi için konuyla ilgili 2021 yapımı 'Kapıyı Açık Bırak' adlı bir belgesel filmin olduğunu belirtmek isterim. Ertegün kardeşlerin caz müziğine yaptıkları diğer önemli katkı ise 1947’de kurdukları Atlantic Records plak şirketi bünyesinde yaptıkları faaliyetlerdir. Arif Mardin'in de katılımıyla, bu şirket uzun yıllar caz müziğine yön vermiştir.
Türkiye’deki yerel sahneye geri dönecek olursal zaman içinde Türkiye’de caz gelişmiş ve yerel unsurları da içeren bir müzik ortaya çıkmıştır. Sadece Amerikan ve Avrupa cazını icra eden veya taklit eden bir müzikten ziyade, daha yerel sesleri cazla harmanlama çabaları gittikçe yaygınlaşmıştır. Bunun akla gelen ilk örneği, 1978 yılında çıkan Erol Pekcan, Tuna Ötenel ve Kudret Öztoprak’ın ‘Jazz Semai’ adlı albümüdür.
Türkiye’de cazın lüks mekanlarla ilişkisi her zaman bilinse de, 1955 yılında Hilton’un açılmasıyla birlikte cazın Türkiye’de daha elit bir müzik olarak algılanması belirginleşmiş ve 1980’lerle birlikte bu algı hızlanarak devam etmiştir. Müziğin yaşadığı bir diğer dönüm noktası, 1990’lı yıllarda önce Bilkent ardından da Bilgi Üniversitesi’nde caz bölümlerinin açılmasıdır. Her ne kadar bu iki bölüm kalıcı olmayıp, genel müzik bölümlerine dönüştürülmüş olsalar da,bu iki okuldan yetişen müzisyenler caz müziği sahnesine önemli katkılar sunmuştur. Bu iki bölümün ardından1999’da Yıldız Teknik Üniversitesi ve 2010’da Hacettepe Üniversitesi’nde caz eğitimi başlamıştır. Tarihsel olarak festivallerin ve caz kulüplerinin varlığının da cazın kabul görmesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 2000’lerle birlikte erkek müzisyenler tarafından domine edilen caz sahnesinde, daha fazla sayıda kadın müzisyenin yer almaya başlaması önemli bir gelişmedir.
Festivaller gücü ölçüsünde kültürel hayata yön verir
Festivaller ise bir yandan sanatın yaygınlaşmasını sağlarken bir yandan da adına düzenlendikleri sanatın (ve sanatçıların) kabul görmesini, hatta mutenalaşmasını teşvik ederler. Dolayısıyla, festivaller yapıları gereği piyasadan, siyasetten ve ideolojiden bağımsız düşünülemezler. Her festival, gücü ölçüsünde kültürel hayata yön verir. Türkiye’de ilk caz festivali 1980’lerin başında yapılmış; yıllar içinde, başta Bilsak, İKSV ve Akbank olmak üzere birçok caz festivali düzenlenmiştir. Bu festivaller sayesinde pek çok farklı caz müzisyeni ve grubu Türkiye’ye gelmiş; bazı konserler (Chick Corea, Miles Davis, Stan Getz, Dizzy Gillespie, Sun Ra gibi sanatçıların performansları) büyük heyecan yaratmıştır. Buna karşın, Türkiye’de konser vermeye gelen müzisyenlerin caz türünde müzik yapıp yapmadıkları, bu müzisyenlerin niteliği gibi konular da tartışma konusu olmaya devam etmiştir.
Bu kulüpler, cazın tarihsel mirasını sürdürmenin ötesinde, yeni yeteneklerin yetişmesine olanak tanıyan ve dinleyicileriiçine çeken özel ortamlar sunarlar. Özellikle canlı performans alanları, caz müziğin emprovizasyona dayalı karakterini dinleyicilere anlık ve yoğun bir şekilde hissettirme şansı tanıyor. Bu tür mekanlar, aynı zamanda müziğin farklı türlerle harmanlanarak yenilikçi bir hale gelmesinde de önemli bir rol oynuyor. Önümüzdeki yıllarda, bu kulüplere olan ilginin nasıl şekilleneceğini öngörmek pek mümkün olmasa da, bu mekanların varlıklarını korumalarının önemli olduğunu düşünüyorum.
https://www.litrossanat.com/muzik/caz-muzigi-etkilesimden-korkmaz